🃏 Kul Hakkı Ile Ilgili Vaaz
Yâni kul hakkını âhırete bırakmamalıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in tatbikatı da böyledir. O, önüne borçlu, yâni üzerinde kul hakkı bulunan bir cenaze getirildiğinde onun namazını kıldırmaz, ancak borcu ödendiği takdirde imamete geçerdi. Ebû Katâde -radıyallâhu anh- anlatıyor:
VaazDuası Arapça Okunuşu. "Bismillahirrahmanirrahim". Elhamdulillahi Rabbi'l-ğalemin. Ve's-Salatü ve's-Selamü ğala Rasulina Muhammedin ve Alihi Sahbihi ecmeğin. Sallu ğala Rasulina Muhammed. Sallu ğala Tabibi Gulubina Muhammed. Sallu ğala şefiği zünubina Muhammed. Rabbi'şrah li sadri ve yessir li emri vehlul ğugdeten min lisani
Allaha ve ahiret gününe imân eden misafirine ikramda bulunsun. Allah’a ve ahiret gününe imân eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun.” (Buhârî, Edeb, 31, 85; Müslim, Îmân, 74, 75.) Komşuluk hakları, aynı zamanda “kul hakları” içerisinde yer alan haklardan birisidir. Komşu hakları ihlali, aslında kul hakkı
Birkez gönül yıktın ise Bu kıldığın namaz değil, Yetmiş iki millet dahi Elin yüzün yumaz değil! Şayet iyilikleri yoksa, zulüm yaptığı kardeşinin
KulHakkı Derken birinin senin sitenden bir program indirip o programla kazanacağı sevapların sana da mı ektisi olur diyosan eğer siteyi bu bilnçle yapıyosan olmaz.! Zira Ameller niyetlere göredir.
EnGüzel ve Anlamlı Kul Hakkı İle İlgili Sözler. Rabbim der ki hayvanlar benim sessiz kullarımdır. Şimdi zulme susuyorlar ama hesap günü konuşacaklar. - Hz. Mevlana. Kul hakkına riayet ile geçimini sağlayan hiçbir kimse cahil değildir. - Berat Demirci. Kul hakkı mü'minin ayıbı kusûrudur.
Kul Hakkı İle İlgili Hadisler. “Üzerinde kul hakkı olan, ölmeden önce ödeyip helâlleşsin! Çünkü âhirette altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınır, sevapları olmazsa, hak sâhibinin günâhları buna yüklenir.” [Buhârî]
Bilindiği gibi kul hakkı en büyük günahlardan biridir. Herkes Allah’ın yarattığı bir kuldur. Kul hakkı ise insanların yani kulların birbirleri ile alıp verecekleri maddi manevi haklar demektir. Sadece İslam dininde değil, tüm dinlerde kul hakkı önemlidir, hem bu dünyada hem ebedi hayatta cezası vardır.
İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. 4. 4:9. Geriye eli ermez, gücü yetmez çocuklar bıraktıkları takdirde (halleri ne olur) diye korkacak olanlar (yetimlere haksızlık etmekten) korkup titresinler; Allah'tan sakınsınlar ve doğru söz söylesinler. 5. 2:42. Bilerek hakkı bâtıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin.
eTv6jDx.
HAK VE ADALET Bütün insânî güzellik ve mükemmelliği ihtivâ eden ve insanın rûhunu fazîlette zirveleştiren İslâm ahlâkı, hak ve adâlette de eşsiz bir öze, sarsılmaz bir temele sahiptir. Çünkü insanlığın huzûru, ancak hak ve adâleti yerine getirmekle temin edilebilir. O hâlde hak ve adâlet nedir? En genel tanımıyla Herkese ve her şeye hak ettiği şekilde muâmele etmek, doğru hüküm vermek, dengeli ve ölçülü davranmaktır. Buna göre bir kimseye hak ettiğinden fazla vermek, başkalarının hakkını çiğnemek olduğu gibi, eksik vermek de, hakkı gasbetmek, yâni adâleti ihlâl etmektir. Gerçek mü’minler, böyle bir günahtan son derece sakınırlar. Yani mü’min, vicdânen, her hak sahibine hak ettiğini vermek zorundadır. Zîrâ İslâm, hayatın her safhasında ve her hâlükârda; aleyhine dahi olsa âdil davranmayı emretmektedir. Öyle ki, Allâh’ın râzı olduğu şekilde yaşamak, ancak hak ve adâlet dengesine riayet ölçüsünde gerçekleşir. Yani adâlet mefhumu, ilâhî emir ve yasakların merkezindedir. Dolayısıyla bu da, mü’minin; önce Yaratan’ına, sonra bütün mahlûkâta, sonra da kendi nefsine karşı âdil davranmasını gerektirir. Şu hâlde her mü’min, ölçüp tartarken, insanlar arasında hüküm verirken, konuşurken, yazarken, şâhitlik ederken âdil davranmak mecbûriyetindedir. Ayrıca ilâhî hakîkatlere ve ibâdetlere de gereken ehemmiyeti göstermek ve onların hakkına riâyet etmek mecburiyeti de vardır. Çünkü bu, Cenâb-ı Hak için bir hak, kul için bir borç ve vazîfedir. Eğer bir mü’min, bu şuur ile hak ve adâlet ölçüleri içerisinde yaşarsa, “ahsen-i takvîm”e, yâni “en güzel yaratılış kıvâmı”na ulaşır. Çünkü hak ve adâlet, Allâh’ın sıfatlarındandır. “el-Adl” ism-i şerîfi, Allah Teâlâ’nın, hak ve adâletin mutlak sahibi ve bizzat kendisi olduğunu ifâde eder. Cenâb-ı Hakk’ın bu yüce ismi, her zaman tecellî hâlindedir. Bilhassa ilâhî mahkemenin kurulacağı âhirette bütün ihtişamıyla tecellî edecektir. Âyet-i kerîmede buyrulur وَنَضَعُ الْمَوَازِينَ الْقِسْطَ لِيَوْمِ الْقِيَامَةِ فَلَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًا وَإِن كَانَ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِّنْ خَرْدَلٍ أَتَيْنَا بِهَا وَكَفَى بِنَا حَاسِبِينَ “Biz, kıyâmet günü için adâlet terâzileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. Yapılan iş, bir hardal tanesi kadar dahî olsa, onu adâlet terâzisine getiririz. Hesap gören olarak Biz herkese yeteriz.” el-Enbiyâ, 47 Unutmamalı ki, kullarına hak ve adâleti emreden Allah Teâlâ, dâimâ mazlumların yanındadır. Dünya âleminde hak, hukuk ve adâleti çiğneyerek yakayı kurtardığını zannedenler, birgün “Hâkimlerin Hâkimi” Allah Teâlâ’nın huzûrunda boyun büküp hesap vereceklerdir. Diyebiliriz ki hak ve adâlet bahsinde en büyük hesabı, varlıklar içerisinde insanoğlu verecektir. Çünkü insan, yaratılmışların en şereflisi olarak bütün varlıkların kendisine âmâde kılınması dolayısıyla onların hak ve hukuklarının mes’ûliyetini de üzerine almıştır. Yani insan, sadece kendine âit hakları değil, bütün varlıkların haklarını korumakla da vazifelidir. Yani bitkilerin de, hayvanların da, eşyanın da haklarını muhâfaza mes’ûliyeti, insana âittir. Bu bakımdan Hak dostları, diğer varlıkların haklarına riâyet hususunda da son derecede hassâsiyet göstererek bizlere örnek olmuşlardır. Şu misal pek mânidardır Hak dostlarından Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri, bir yere seyahat ederken bir ağaç altında durur ve yemek yer. Ardından yoluna devam eder. Bir müddet gittikten sonra, torbasının üzerinde bir karınca görür ve “–Allâh’ın bu mahlûkunu vatanından ayrı düşürdüm.” diyerek geri döner. Karıncayı tekrar o ağacın altına bırakır. Üstelik kıyamet günü insanoğluyla beraber diğer varlıklar da dirilecekler ve dünyada iken çiğnenen haklarını alacaklardır. Bu itibarla bir hayvana eziyet etmek, onu haddinden fazla yormak, hattâ lüzumsuz yere yaş bir dalı koparmak bile dînen yasaklanmıştır. Hattâ zararlı bir mahlûku zarûret dolayısıyla öldürürken dahî zulmetmek câiz kılınmamıştır. Meselâ bir yılanı bertaraf ederken bile, eziyet etmeden, bir vuruşta öldürmek emredilmiştir. Velhâsıl her mü’min, hak ve hukûkun derin mânâsını en güzel şekilde kavramak ve hayâtı boyunca da adâlet terâzîsini düzgün kullanmak mecbûriyetindedir. Mü’min için, hak ve adâleti yaşamak ve tevzî etmek, en büyük fazîlettir. Olgunluk yolunda mesafe alan has kullar için bir üst fazîlet daha vardır ki o da; ADÂLETTE AF FAZÎLETİ… Îman ve ahlâkta yüksek bir görüş ufkuna ulaşan kâmil mü’minler, kendilerine karşı işlenen kusurlara, adâlet yerine, af ve merhametle mukâbele etmeyi tercih ederler. Zîrâ âhiretteki ilâhî mîzanda Cenâb-ı Hakk’ın, kendilerine adâletle değil; af, merhamet, lutuf ve ihsân ile mukâbele etmesini ümîd ederler. Bu güzel ahlâk, Cenâb-ı Hak tarafından şöyle takdîr edilmektedir وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُواْ بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُم بِهِ وَلَئِن صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِّلصَّابِرينَ “Eğer cezâ verecekseniz, size yapılan eziyetin misliyle cezâ verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.” en-Nahl, 126 Rivayete göre Uhud gazvesinde kâfirler, ashab-ı kiramdan bazılarını şehit etmişler ve özellikle Hazreti Hamza’yı şehit edip mübarek vücudunu parçalamışlardı. Hattâ Utbe’nin kızı “Hind” Hazreti Hamza’nın ciğerinden bir parçasını yemişti. Resûl-i Ekrem ile ashab-ı kiramı da ahdetmişlerdi ki, o kâfirlere galip gelecekleri gün, onlardan bir çoklarını öldürüp intikam alsınlar. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hind’in öldürülmesine de emir vermiştir. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuş, adalet ve eşitliğe riayet edilmesi emir olunmuştu. Hattâ Mekke-i Mükerreme fethedilince Yüce Peygamberimiz Hind’i af buyurmuştur. Adalet İslâm’ın aslî ilkesidir, karşı taraf putperest, inkârcı veya başka bir dinden bile olsa ona, onun kendisine verdiği zarardan fazla bir zarar veremez; gördüğü zarara kurallar çerçevesinde dengiyle cevap vermek adalet ilkesinden doğan bir haktır. Ancak yine de Allah, Resulüne ve onun şahsında müslümanlara, eğer sabır gösterirlerse, yani kötülüğe dengiyle dahi karşılık verme arzularını dizginleyip mukabelede bulunmazlar ve bu haklarını kullanmazlarsa bunun sabır erdemini kazanmış kişiler için daha hayırlı olacağını bildirmektedir. İslâm ahlâk literatüründe bu davranışın adı hilimdir. Bütün mesele, âhirette Hak Teâlâ’nın lutf u keremiyle mukâbele görmek değil midir? Bunun için sâlih ve ârif kullar, bugün kendi şahıslarına yapılan ezâ ve cefâlara aynıyla mukâbele etmezler ve cezâlandırmaya da yönelmezler. Allah için sabra sarılıp öfkelerini yutarlar. Daima af ve müsâmaha yolunu tutarlar. Böylece Allâh’ın kullarını affede affede, ilâhî affa lâyık hâle gelmeye çalışırlar. Hz. Aişe validemize bir iftira atılmış, iftiranın başını Abdullah b. Übey çekmiş, bir iki erkek ile Peygamberimiz’in eşi Zeyneb bint Cahş’ın, Hz. Âişe’yi kıskanan kız kardeşi Hamne de, bu çirkin iftiranın yayılmasına sebep olmuşlardı. Erkeklerden biri, Hz. Ebû Bekir’in halasının oğlu olup kendisine devamlı yardımda bulunduğu Mistah idi. İddianın iftiradan ibaret olduğu kesinleşince Hz. Ebû Bekir, bu nankör yakınına artık yardım etmeyeceğine yemin etti. وَلَا يَأْتَلِ أُوْلُوا الْفَضْلِ مِنكُمْ وَالسَّعَةِ أَن يُؤْتُوا أُوْلِي الْقُرْبَى وَالْمَسَاكِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَلْيَعْفُوا وَلْيَصْفَحُوا أَلَا تُحِبُّونَ أَن يَغْفِرَ اللَّهُ لَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ “İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler, akrabâya, yoksullara, Allah yolunda göç edenleremallarından vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar; ferâgat göstersinler. Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?..” en-Nûr, 22 Bu âyet nâzil olunca da, “Vallahi Allah’ın beni bağışlamasını arzu ederim, bunu her şeye tercih ederim” diyerek yeminini bozdu ve yardıma devam kararı aldı. İslâm ahlâkında “kötülüğe karşı iyilikle muamele etmek” kuralı vardır. Fıtratı, temel insanlık nitelikleri bozulmamış insanları ıslah etmenin, kötü yoldan çevirmenin, yeniden erdemli topluluğa katmanın yollarından biri de budu İşte bu düsturla Ebû Bekir –radıyallâhu anh-, kızı Âişe vâlidemize iftirâ atan şahsı affetmiş ve ona sadaka vermeye devâm etmiştir. Bu itibarla ârif kullar; وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” Fussilet, 34 âyetinin muktezâsınca hareket ederler. Bu ahlâkın Kur’ân-ı Kerîm’deki en güzel misallerinden bir diğeri de, kardeşlerinin ağır zulmüne mâruz kalan Yûsuf –aleyhisselâm-’dır. O büyük peygamber, kendisinden yardım istemeye gelen kardeşlerine kendini tanıtmadan her dâim ikram ve ihsanlarda bulundu. Onlar da bu cömert ikramlardan sonra onun Yûsuf olduğunu anlayınca şâhit oldukları bu yüksek fazîlet karşısında hakkı teslim ettiler ve قَالُواْ تَاللّهِ لَقَدْ آثَرَكَ اللّهُ عَلَيْنَا وَإِن كُنَّا لَخَاطِئِينَ “Allâh’a andolsun, hakikaten Allah seni bize üstün kılmış. Gerçekten biz hatâya düşmüşüz.» dediler.” Yûsuf, 91 Hazret-i Yûsuf ise büyük bir af örneği sergileyerek قَالَ لاَ تَثْرَيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللّهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir.” Yûsuf, 92 demek sûretiyle fazîletini daha da ziyâdeleştirdi. Ayrıca أَن نَّزغَ الشَّيْطَانُ بَيْنِي وَبَيْنَ إِخْوَتِي “…Aramızı şeytan bozdu!..” Yûsuf, 100 ifâdesiyle, suçu kardeşlerine değil, iblise izâfe etti. Sonra da “Ben bir köle olarak satıldım. Sizin sâyenizde Mısır’da da peygamber evlâdı olduğum bilindi.” dedi ve fazîlet üstüne fazîlet sergiledi. Böylece kardeşlerinin, vaktiyle kendisine yapmış olduğu zulüm ve haksızlıkların üstüne bir af perdesi çekerek onları bağışladı. Netice itibârıyla, sergilediği bu üstün fazîlet ve ahlâk sâyesinde onları kendisine mest eyledi. Bu yüce ahlâktan hareketle diyebiliriz ki, suçlular hakkında adâleti merhamete dönüştürerek onları affetmek, apayrı bir ıslah ve irşad metodudur. Tabiî suçlunun pişmanlık ve nedâmet duyması şartıyla… Unutmamalı ki, suçlu şahsın bir daha o suçu işlememeye dâir samîmî pişmanlık duyması hâlinde onu affetmek, cezâlandırmaktan, çok daha hayırlıdır. Fakat suçlunun böyle bir nedâmet göstermediği durumlarda affetmek, bir fazîlet olmaktan çıkar. Yani merhamet ve af tavsiyesi, suçlu şahsın davranış ve karakterine göre netice verir. Meselâ suçunda ısrar eden fâsık ve zâlim birini affetmek, onu zulüm ve haksızlığa cesâretlendirmek, hattâ teşvik etmekten başka bir işe yaramaz. Böyle olunca şahsa karşı işlenen kusurları affetmede, bir ıslah ihtimâli görünmüyorsa, suçlunun cezâlandırılmasını istemek, mağdurun en tabiî hakkıdır. Diğer taraftan ferdî ve şahsî meselelerde, kusurlu şahsın ıslâhı için onu affetmek, fazîlet ve takvâya daha uygun olmakla birlikte, başkalarını veya umûmu ilgilendiren meselelerde, adâletin tam olarak yerini bulması îcâb eder. Aksi hâlde cezâsız kalan suçlar, suçluların daha da azgınlaşmasına sebep olur. Bundan da bütün bir toplum zarar görür, herkese zulmedilmiş olur. Hayat rehberimiz Rasûl-i Ekrem Efendimiz, şahsına yapılan kusurları affederdi. Lâkin başkalarına karşı işlenen haksızlıklara tahammül edemez, hak sahipleri haklarını alıncaya kadar teskin olamaz, huzur bulamazdı. Böylece mutlaka adâleti temin ederdi. İşte hak ve adâlet sahibi olmanın bir ölçüsü de budur. Bu şekilde âdil olabilen kimseler, aynı şekilde adâletli davranışlara mazhar olurlar. Yani insanlarla münâsebetlerimizde önce kendimiz âdil olmalıyız ki başkalarından da adâlet beklemeye hakkımız olsun. Çünkü beşerî hayâtın huzur ve saâdeti, hak ve adâlet terâzîsinin karşılıklı dengede tutulmasına bağlıdır. Hâsılı bütün bu gerçekler etrafında adâlet mefhûmu, toplumlardaki nizam, insicam ve huzur için vazgeçilmez, hayâtî bir ihtiyaçtır. Ancak bu mefhum, insanoğlunun, Rabbine karşı sahip olması gereken şuur ve hislerinde çok farklı bir muhtevâ arz eder. Yâni ilâhî adâlet anlayışı, günümüzde pek çok insanın hatâya düştüğü mühim bir meseledir. Çünkü bu dünyada herkes eşit imkânlara sahip değildir. Kimi insan zengin, kimi fakir, kimi doğuştan sakat, kimi sıhhatli, kimi uzun ömürlü, kimi kısa ömürlüdür. Bunu takdîr eden de Allah Teâlâ olduğuna göre; dıştan, kaba bir akılla ve nâdan bir gönülle bakıldığında bu durum, ilâhî adâlete zıt gibi görünmektedir. Ancak lâfta sûret-i haktan görünen bu iddiâlara, îman ve hikmet penceresinden bakıldığında mesele tamamen gözler önündedir. Çünkü ADÂLET, İSTİHKÂK İLE KÂİMDİR! Hiçbir insan, hak etmiş olmasından dolayı yaratılmış değildir. İnsanın yoktan var edilişi, şükründen âciz kalınacak kadar büyük bir ilâhî lutuftur. Yokluktan varlık âlemine çıkmak, varlıklar içinde de; yılan-çıyan, taş-toprak veya ot-yaprak değil de varlıkların en şereflisi olan “insan” olarak var edilmek, ne muazzam bir ilâhî ikramdır. Bu ve benzeri daha nice mazhariyetler, tamamen ilâhî bir lutuf olarak meccânen bahşedilmiş değil midir? Bizler bu nîmetlere nâil olmak için acabâ hangi bedeli ödedik? Hâl böyleyken, yaşadıkları birtakım gel-geç mahrûmiyetler sebebiyle Cenâb-ı Hak’tan -hâşâ- hesap sorarcasına bir gaflet içerisinde adâlet isteyenler, yok olurlar! Çünkü kulun var olmak için bir hakkı ve sermâyesi yoktur ki, Allah’tan adâlet istemeye hakkı olsun! Zîrâ adâlet, ancak istihkâk ile, yâni hak etmekle, çalışıp kazanmakla ve bedel ödemekle kâimdir. Düşünmeliyiz ki Biz insan olarak yaratılmak için hangi bedeli ödedik? Hangi çalışma ve hangi kazanç ile insan olduk? Herkesin cevâbı belli “Hiç! Kocaman bir hiç!..” O hâlde şunu idrâk etmeliyiz ki; Hayâtı, dünya ve ukbâ olarak iki safha hâlinde murâd eden Cenâb-ı Hak, bunların birincisinde “latîf”, ikincisindeyse “âdil” sıfatını daha bâriz tecellî ettirmektedir. Yani âlemi ve insanı var eden, Allâh’ın “âdil” sıfatı değil, “latîf” sıfatıdır. Mahlûkâtın yaratılıştan gelen ne sermâyesi varsa hepsi de Allâh’ın bir lutfudur. Bu durumda Allah Teâlâ, nîmetlerini eşit vermeye -hâşâ- mecbur değildir. Zaten yaratılanlar içinde sadece iki varlık bile mutlak mânâsıyla eşit yaratılmış olsaydı, onlardan birinin varlığı abes, yâni hikmetsiz olurdu. Abesle iştigal ise, kâinâtı son derece hassas dengeler içinde yaratıp tanzim eden Allah Teâlâ’nın “müteâl” yani hayal ötesi mükemmellik sıfatı için bir noksanlık teşkil ederdi. Allah ise bütün noksanlıklardan münezzehtir. Bu itibarla hiç kimse; “Benim ne kabahatim var da boyum kısa? Niye bir âlimin değil de bir câhilin çocuğu olarak doğdum?” veya “Niye zengin değil de fakir bir babanın çocuğu olarak dünyaya geldim?” diyemez. Çünkü bütün bunlar, tamamen ilâhî lutfun dağılımındaki farklı tecellîlerden ibârettir. Bu itibarla ثُمَّ لَتُسْأَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ “Nihayet o gün dünyada yararlandığınız nîmetlerden elbette ve elbette hesâba çekileceksiniz.” et-Tekâsür, 8 âyet-i kerîmesini hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak îcâb etmektedir. Dolayısıyla Allâh’ın verdiğine râzı olmak, kul için hem bir mes’ûliyettir hem de bir olgunluk îcâbıdır. Bu bakımdan lutfedilen nîmetlerde eşitlik olmaması, adâletsizlik değildir. Allah Teâlâ bir kulunu sıhhatli, diğerini sakat yaratabilir. Birini çok akıllı, diğerini az akıllı yaratabilir. Yarattıklarından birini yılan yapar süründürür, birini kuş yapar uçurur. Bundan dolayı mahlukâttan herhangi birinin îtirâza aslâ hakkı yoktur. Bir hayvanın veya bitkinin; “Niye ben insan olarak yaratılmadım?” deme hakkı olamayacağı gibi, sakatlık, hastalık, fakirlik, mahrûmiyet vs. gibi birtakım sıkıntılar içinde bulunanların da, Allâh’ı -hâşâ- adâletsizlikle ithâm etmeleri, en başta akla-mantığa, iz’an ve vicdâna zıt bir durumdur. Kaldı ki bir kul hakkında ilâhî lutuf ve ikramların azlığının mı, çokluğunun mu daha hayırlı olduğu, ancak âhiretteki mîzanda belli olacaktır. Zîrâ az nîmetin doğurduğu borç az, çok nîmetin doğurduğu borç ise çoktur. Kaderin hikmet ve sırlarını lâyıkıyla idrâk etmekten âciz olan insana, Allâh’ın takdîrine teslîm olmaktan daha doğru bir yol yoktur. Bu hususta, sahâbeden Ebû Talha ile zevcesinin rızâ hâli ne güzel bir numûnedir. Hülâsa olarak hâdise şöyledir Ebû Talha’nın ağır hasta olan bir çocuğu vefât etmişti. Ebû Talha o sırada evde değildi. Hanımı Ümmü Süleym, çocuğunu gasledip kefenledi. Ebû Talha gelince oğlunun nasıl olduğunu sordu. Ümmü Süleym “–Çocuğun ıztırâbı sakinleşti, rahatladığını zannediyorum.” dedi… Sabah olup da, Ebû Talha evden çıkmak istediği sırada, zeki ve takvâ sahibi bir hanım olan Ümmü Süleym “–Ey Ebû Talha! Şu komşumuzun yaptığına bak, kullanmak üzere aldığı emâneti istediğim zaman vermek istemedi.” dedi. Ebû Talha “–Hiç olur mu, iyi etmemişler!” dedi. Bunun üzerine Ümmü Süleym “–Ey Ebû Talha! Oğlun senin yanında Allâh’ın bir emânetiydi, onu geri aldı.” deyiverdi. Ebû Talha önce biraz şaşırdı, sonra bir müddet sustu ve “Biz Allâh içiniz ve muhakkak O’na döneceğiz.” dedi… Buhârî, Cenâiz 42, Akîka 1; Müslim, Edeb 23, Fedâilu’s-Sahâbe 107 İşte bir imtihan âlemi olan bu dünyada Allâh’ın nîmetlerine karşı sâhip olunması gereken emânet şuuru… İşte Allah nîmet verdiğinde de, verdiğini geri aldığında da gösterilmesi gereken rızâ ve teslîmiyet… Zîrâ Cenâb-ı Hakk’a yakın bir kul olabilmenin en mühim şartlarının başında, tıpkı İbrahim –aleyhisselâm-’ın hâli gibi, değişen imtihan şartlarına rağmen dâimâ; قَالَ أَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ “Âlemlerin Rabbine teslim oldum.” el-Bakara, 131. diyebilmek gerekmektedir. Yâ Rabbî, bizlere böyle yüce, mânâlı ve hakikatli bir rızâ ve teslîmiyet içinde yaşamayı nasîb eyle! Bizleri hak ve adâletten ayırma! Hak ve adâletle birlikte cümlemizi af ve merhamet ile de taçlandırarak mahşer gününde affınla muâmele eyle! Âmîn! Hak ve Adalet DOCX İNDİR/OKU Hak ve Adalet PDF İNDİR/OKU
İşimiz, durumumuz, konumumuz her ne olursa olsun, yaşadığımız sürece yanımızda, yakınımızda, çevremizde mutlaka birileri bulunur. Dolayısıyla birey olarak diğer insanlarla mutlaka birtakım ilişkilerimiz olur. Bu, toplum hayatının kaçınılmaz bir gereğidir. Bu bağlamda “Ev, işyeri, arazi, köy, şehir, ülke bakımından yakın olan, yan yana veya çok yakın olanların birbirine göre aldıkları ada komşuluk denir. Doğan D. Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük Hayatı yaşanır kılan, insanın hemcinsleri ile bir arada bulunması, zorlukları ve güzellikleri paylaşmasıdır. Bu paylaşımın olmadığı ortamlarda, sağlıklı bir toplum hayatından söz etmek mümkün olmaz. Bu paylaşım, komşularımızla olan ilişkilerimiz konusunda ise daha da büyük bir önem kazanır. Çünkü komşular arası ilişkiler, toplumsal ilişkilerin ilk basamağı ve önemli bir göstergesidir. Öyle ki ailemizden sonra en yakın ilişki kurduğumuz insanlar, şüphesiz komşularımızdır. Onlar; günün her saatinde değişik nedenlerle yüz yüze geldiğimiz insanlardır. Hatta süreç içinde komşularımız evlatlarımızdan bile bizlere yakındırlar. Komşularımız, zor zamanlarımızda yardım istediğimiz, sevinçli anlarımızda mutluluğumuzu paylaştığımız insanlardır. Bu açıdan onlar sanki ailemizin birer üyesi gibidirler. Bu sebepten aile üyelerine gösterilen ilgi ve alâka, komşulardan esirgenmemelidir. Dert ve problemleriyle yakından ilgilenilmeli, sevinç ve üzüntüleri paylaşılmalıdır. İnsan hayatına yön ve şekil vermeyi amaçlayan dinimiz, işte bu bakımdan komşuluk ilişkilerine özel bir önem atfeder. Yüce Allah buyuruyor ki; وَاعْبُدُوا اللّٰهَ وَلَا تُشْرِكُوا بِه۪ شَيْـًٔا وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَانًا وَبِذِي الْقُرْبٰى وَالْيَتَامٰى وَالْمَسَاك۪ينِ وَالْجَارِ ذِي الْقُرْبٰى وَالْجَارِ الْجُنُبِ وَالصَّاحِبِ بِالْجَنْبِ وَابْنِ السَّب۪يلِۙ وَمَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ مُخْتَالًا فَخُورًا “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz, Allah kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.” Nisâ, 4/36 Ayetlerde ve sahih hadislerde komşuluğun sınırıyla ilgili sarih bir bilgi bulunmadığını, bu hususta ölçü veren rivayetlerin sıhhatinin ise kuşkulu olduğunu belirten birçok âlim, kimlerin komşu sayılacağını örfün belirlediği görüşünü tercih etmişlerdir. Yaygın yoruma göre ayette geçen "yakın komşu" ile evleri en yakında bulunan komşular, "uzak komşu" ile de nispeten daha uzakta oturan komşular kastedilmiştir. İlkiyle akrabalık bağı bulunan, ikincisiyle akraba olmayan komşuların veya ilkiyle müslüman, ikincisiyle gayri müslim komşuların kastedildiği gibi daha başka yorumlar da yapılmıştır. Kur’an Yolu, Nisa 36. ayetin tefsiri. Görüldüğü üzere, ayet bir taraftan, ibadetin Allah’a yapılması ve O’na ortak koşulmaması mesajını verirken diğer taraftan da bir mü’minin toplum içinde yerine getirmesi gereken öncelikli görevlerini dile getirmektedir. Allah’a ibadet, O’na ortak koşmamak, çevremizle iyi ilişkiler içerisinde olmak dinimizin temelini oluşturan ana konulardandır. Bu görevleri yerine getiren insan, dini yaşayan insandır. Şurası unutulmamalıdır ki insan, hem cinsleriyle birlikte yaşamakta ve onlarla pek çok ilişkilerde bulunmaktadır. Dinin, Allah ile kul arasında gerçekleşen iman ve ibadet boyutunun meyvesini verebilmesi, başkalarıyla girişilen ilişkilerde, onların da Allah’ın kulları olduğu gerçeğinin göz önünde bulundurulması ile sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bu sebeple, ayet temel mesajını verdikten sonra, insanın yakın ilişki içinde bulunduğu diğer insanları gündeme getirmekte ve onlarla olan ilişkinin temelini, iyilik etmek ve alçak gönüllü ve mütevazı olmak esaslarına oturtmaktadır. İnsanın sosyal çevresini oluşturan kesimler arasında özellikle komşulara vurgu yapılmış olması oldukça anlamlıdır. Ayetin bu vurgusu, şu hadis-i şerifte daha belirgindir مَا زَالَ جِبْرِيلُ يُوص۪ين۪ى بِالْجَارِ حَتّٰى ظَنَنْتُ اَنَّهُ سَيُوَرِّثُهُ “Cebrail, bana komşu hakkında o kadar tavsiyede bulundu ki, onu mirasçı kılacak sandım.” Buhârî, Edeb, 28; VII, 78. Hadisin bize verdiği temel fikir şudur İnsan kendi mirasçıları olan yakınlarına; çocuklarına, ana-babasına, kardeşlerine nasıl davranıyorsa, komşularına da öyle davranmalıdır. Çünkü insanın aile fertlerinden sonra en çok ilişki içinde olduğu kimseler komşulardır. Kişilerin aile dışı insanlarla gerçekleştirdikleri sosyal ilişkiler, komşularla başlar. Komşuluk ilişkileri, toplumsal ilişkilerin esasını ve hareket noktasını oluşturur. Bu sebeple komşuluk ilişkileri toplumun geniş katmanları arasındaki ilişkilerin küçük çaplı bir örneğini oluşturur. Komşuluk çerçevesi içindeki davranış ve ilişki biçimleri, bir şekilde geniş kitleler arasında da etkisini gösterir. Bu durum, komşular arası iyi ilişkilerin önemini açıkça ortaya koymaktadır. İşte Sevgili Peygamberimiz; وَاَحْسِنْ جِوَارَ مَنْ جَاوَرَكَ تَكُنْ مُسْلِمًا “Komşularına iyi komşuluk et ki gerçek müslüman olasın” İbn Mâce, Zühd, 24; II, 1410. buyurmak suretiyle, bir anlamda gerçek Müslüman olmayı, komşularla iyi ilişkiler içinde bulunmaya bağlamıştır. İnsan, hayatı boyunca mutluluğun peşinden koşar durur. Onu uzaklarda arar durur. Hâlbuki mutluluk çoğu kere onun hemen yanı başındadır, ama o bunun farkında değildir. Mutluluğu sağlayacak sebepleri keşfetmek gerekir. İşte Hz. Peygamber şu hadisinde bize mutluluğa ve huzura götüren yollardan üçünü gösteriyor مِنْ سَعَادَةِ الْمَرْءِ اَلْجَارُ الصَّالِحُ وَالْمَرْكَبُ الْهَنِئُ وَالْمَسْكَنُ الْوَاسِعُ “İyi bir komşu, rahat bir binek ve geniş bir ev insanı mutlu eden sebeplerdendir.” Ahmed, Müsnedü’l-Mekkiyyîn, III, 407–408. Kültürümüzden süzülmüş bir anlayışın ifadesi olan, “Ev alma, komşu al” özdeyişi, özü itibariyle bu hadisten mülhem olsa gerektir. Çağımızda hızlı şehirleşmenin, şehir yapılaşmasının ve değişen iş hayatının komşuluk ilişkilerini olumsuz yönde etkilediği görülmektedir. Aynı apartmanda yaşadıkları hâlde, yardımlaşma ve dayanışma içinde olmayan, birbiriyle tanışmayan, konuşmayan insanlar bulunmaktadır. Hatta karşılaştıklarında birbirinden bir “Selam”ı bile esirgemektedirler. Komşuluk Hakları Dinimiz kul hakkının çiğnenmemesi konusunda mü’minlere ciddî uyarılarda bulunur. Kul hakkını çiğnemenin büyük manevî sorumluluğu gerektirdiğini önemle vurgular. Hele hakkı çiğnenmesi söz konusu olan kul komşu ise konunun önemi daha da artar. Bir gün sevgili Peygamberimiz; وَاللّٰهُ لاَيُؤْمِنُ وَاللّٰهُ لاَيُؤْمِنُ وَاللّٰهُ لاَيُؤْمِنُ “Vallahi iman etmiş olamaz, vallahi iman etmiş olamaz, vallahi iman etmiş olamaz” buyurmuşlar, sahabelerden biri de; مَنْ يَا رَسُولَ للّٰهِ؟ “Kim iman etmiş olmaz ey Allah’ın Resûlü?” diye sorunca, Resûlullah Efendimiz; الَّذ۪ى لاَ يُأْمِنُ جَارُهُ بِوَاءِقَهُ قَالَ “Kötülüğünden komşusunun emin olmadığı kimse” cevabını vermişlerdir. Buhârî, Edeb. 29; VII, 78. Ekonomik durumları, sosyal konumları, itibar düzeyleri her ne olursa olsun, komşularımıza öncelikle, birer insan ve Allah’ın kulu olmaları açısından bakmak gerekir. Hangi sebeple olursa olsun onlara karşı açıkça, ya da dolaylı olarak küçümseyici tavır içine girmek İslâm ahlâkı ile bağdaşır bir tutum değildir. İslâm’da “insan” niteliğini taşıyan herkese aynı düzlemde davranılır. Kişinin inancı, etnik kökeni, sosyal statü ve konumu, ona yönelik davranışın niteliğinin belirlenmesinde etkin değildir. Her insana, “Allah’ın yarattığı mükerrem bir varlık” anlayışı ile muamele edilir. Onun haklarının kutsal dokunulmaz olduğu kabul edilir. Bu kutsallık ya da dokunulmazlığın belirlenmesinde kişinin inancı, sosyal konumu ve etnik kökeni dikkate alınmaz. Başkalarını küçük görmek, onlarla alay etmek, İslâm’ın yasakladığı çirkin işlerden biridir. Alay etmek, insanları küçük görmekten ve kişinin kendisini üstün görmesinden kaynaklanır. İslâm’ın öngördüğü ideal toplum düzeni, yüce bir edep ve ahlâkı gerçekleştirmeyi hedefler. Bu sistemde inancı, sosyal statü ve konumu, etnik kökeni her ne olursa olsun her bireyin diğerinden daha aşağı düzeyde kabul edilmeyen, haysiyet ve şerefi vardır. Onun namus ve şerefi, dokunulmazdır. Nitekim يَآ اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا يَسْخَرْ قَوْمٌ مِنْ قَوْمٍ عَسٰىٓ اَنْ يَكُونُوا خَيْرًا مِنْهُمْ وَلَا نِسَآءٌ مِنْ نِسَآءٍ عَسٰىٓ اَنْ يَكُنَّ خَيْرًا مِنْهُنَّ “Ey İman edenler! Bir topluluk, diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki alay ettikleri kimseler kendilerinden daha iyidirler...” Hucurât, 49/11 ayeti, gerekçesi ne olursa olsun insanlarla alay edilmesini yasaklamaktadır. وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ “İnsanları arkadan çekiştirip kaş-göz işaretiyle eğlenmeyi âdet hâline getirenlerin vay hâline!” Hümeze, 104/1 ayeti de insanlarla alay etmenin manevî boyutuna işaret etmektedir. Hz. Peygamber de insanlarla alay edilmesini, onların küçümsenmesini, tahkir edilmelerini yasaklamıştır. بِحَسَبِ امْرِئٍ مِنَ الشَّرِّ اَنْ يَحْقِرَ اَخَاهُ “Kişiye, mü’min kardeşini küçümsemesi, tahkir etmesi kötülük olarak yeter.” Müslim, Birr, 32, III, 1986. hadisi bu hususu dile getirmektedir. Hele küçük görülen, alay edilen bir komşu ise, yapılan yanlış daha da farklı bir boyut kazanır. Ebû Hüreyre diyor ki كَانَ النَّبِىُّ يَقُولُ يَا نِسَاءَ الْمُسْلِمَاتِ لاَ تَحْقِرَنَّ جَارَةٌ لِجَارَتِهَا وَلَوْ فِرْسِنَ شَاةٍ “Resûlullah, Ey Müslüman hanımlar! Tırnak ucu kadar da olsa, sakın ha, komşu komşuyu hakir görmesin, derdi.” Buhârî, Edeb, 30; VII, 78. Hz. Peygamber bu hadislerinde, komşu hakkının ne kadar önemli olduğunu, komşulara sözlü, ya da fiilî olarak zarar vermenin ne derece büyük bir sorumluluk getirdiğini çok açık bir şekilde ifade etmektedir. Demek ki, komşularımızla olan ilişkilerimizin niteliği imanımızın da niteliğini etkilemektedir. Hadis-i şerifteki “iman etmiş olamaz” ifadesini “kâmil anlamda iman etmiş olamaz –olgun mü’min olamaz” şeklinde anlamak gerekir. Aynı mesajı veren bir başka nebevî uyarı şudur لاَ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ مَنْ لاَ يَأْمَنُ جَارُهُ بَوَاءِقَهُ “Kötülüğünden komşusunun emin olmadığı kimse cennete giremez.” Müslim, İman, 73; I, 68. Komşuluk hukukunun önemini vurgulayan bir başka hadisi şerifinde Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır اَوَّلُ خَصْمَيْنِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ اَلْجَارَانِ “Kıyamet gününde muhakeme edilecek ilk iki hasım, iki komşu olacaktır.” Ahmed, IV, 151. Hz. Peygamber’in hadisleri ışığında komşuların birbirlerine karşı görevleri şöylece özetlenebilir 1. Hastalandığında ziyaretine gitmek. 2. Öldüğünde cenazesinin kaldırılmasında bulunmak. 3. Borç istediğinde imkân nispetinde yardımcı olmak. 4. Darda kaldığında yardımına koşmak. 5. Bir nimete kavuştuğunda tebrik etmek. 6. Başına bir musibet geldiğinde teselli etmek. Nuruddîn el-Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid, VII, 168–170. Komşunun Eziyetine Sabretmek Sabır, eza ve cefalara, musibetlere, ibadetlerin zorluklarına ve her türlü sıkıntıya dayanmak demektir. Kur’an-ı Kerim’de değişik vesilelerle birçok ayette sabır tavsiye edilmekte, hatta emredilmektedir. bk. En’âm, 6/34; Ahkâf, 46/35; Tâhâ, 20/130; Rûm, 30/60; Lokman, 31/17; Meâric, 70/5. Resûlullah karşılaşılan güçlüklerde sabredilmesi gerektiğini ifade ediyor Buhârî, Zekât, 50, I, 129. ve bu noktada gerçek sabrın ölçüsünü, اَلصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الْاُولٰى “Sabır, musibetin, felaketin geldiği ilk andadır.” Buhârî, Cenâiz, 32, II, 79. مَا اُعْطِيَ اَحَدُ مِنْ عَطَاءٍ خَيْرٌ وَ اَوْسَعَ مِنَ الصَّبْرِ “Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir bağışta bulunulmamıştır” Müslim, Zekât, 124, II, 729. buyurmak suretiyle dile getiriyor. Nitekim onun hayatına baktığımızda, karşılaştığı nice güçlüklere karşı sabır ve teenni ile göğüs gerdiğini müşahede ediyoruz. İslâm dini, mensuplarına öfkeyi değil sekineti, teenniyi, sabrı tavsiye etmekte, hatta emretmektedir. Zira karşılaşılan olumsuz bir davranışa öfke yerine sabırla tahammül çoğu defa güzel dostlukların başlangıcı ve başarıya ulaşmanın en güzel yolu olabilmektedir. Nitekim “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel şekilde sav. O zaman aranızda düşmanlık bulunan kimse, sanki samimi bir dost gibi oluverir” Fussilet, 41/34 ayeti bu gerçeği gayet güzel bir şekilde vurguluyor. İslâm, sosyal hayatın ahenk içinde yürümesi için her türlü şarta riayet edilmesini öngörür. Söz gelimi bir yandan komşulara eza edilmemesi, onlara iyi davranılması emredilirken, bir yandan da komşulardan gelecek olumsuzluklara, kötülük ve zararlara mümkün olduğunca sabredilmesi tavsiye edilmektedir. Allah’ın sevdiği üç tür insandan söz ettiği hadisinin konumuzla ilgili kısmında Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır وَ الرَّجُلُ يَكُونُ لَهُ الْجَارُ يُؤْذ۪يهِ جِوَارَهُ فَيَصْبِرُ عَلٰى اَذَاهُ حَتّٰى يَفْرِقَ بَيْنَهُمَا مَوْتٌ اَوْ ظَعْنٌ... “Allah’ın sevdiği kimselerden üçüncüsü de bir adamdır ki, kendisine eziyet eden bir komşusu vardır. O da buna sabreder, nihayet ölüm yahut göç etmek aralarını ayırır…” Ahmed, V, 151. “Komşuluk hakları” deyince akla sadece, komşulara zarar vermek yahut zarar vermekten doğacak sorumluluk akla gelmemelidir. Bu, hak kelimesinin sadece olumsuz yönünü oluşturur. Pasif olması gerektiren bir durumdur. Bir de işin olumlu ve aktif olmayı gerektiren yanı vardır. Yani iyi bir komşuluk için sadece komşuya zarar vermemek yetmez, iyilikte de bulunmak gerekir. Hz. Peygamber مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ فَالْيُكْرِمْ جَارَهُ “Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa, komşusuna iyilik etsin”Buhârî, Edeb, 31, VII, 79. hadisi ile bu gerçeği ifade buyurmuştur. Bitişik Yabancılar Modern hayatın getirdiği bazı şartlar insanı “kalabalıklar içindeki yabancı” durumuna düşürmüştür. Zorunlu ilişkiler dışında “herkesin kendi işine baktığı” bir hayat anlayışı günümüzde hâkim bir durumdur. Bunun olumlu yanları olmakla birlikte, psikolojik ve sosyal olumsuzlukları da vardır. Söz gelimi, yıllardır aynı binada yaşadıkları hâlde bir biri ile tanışmayan, komşuluk ilişkilerine girmeyen nice insanların, ailelerin varlığına şahit oluyoruz. Evet, sosyal hayatımız pek çok alanları ile değişikliğe uğramıştır, daha da uğrayacaktır. Bu kaçınılmazdır. Ama bu değişikliğin, bizim bazı olmazsa olmaz değerlerimizi de alıp götürmesine izin vermemeliyiz. Bu gibi konularda duyarlı olmamız gerekiyor. Aynı çatının farklı bölümlerinde oturan aileler arasındaki komşuluk ilişkileri de bu konular arasında yer alıyor. Aslında komşuluk ilişkileri biraz da kendiliğinden oluşan tabiî ilişkilerdir. Bu tabiî akışı bozacak durumların ortaya çıkması hâlinde, komşular arası bağı yeniden oluşturmak için özel bir çaba harcamak gerekebilir. İlk bakışta basit gibi görünen küçücük girişimler, böyle bir komşuluk ilişkisinin oluşumunu ve devamını sağlayabilir. Merdivende karşılaştığımız bir apartman komşumuza vereceğimiz bir selam, göstereceğimiz bir güler yüz, samimi bir hâl-hatır sormak, gerektiğinde kapı komşumuza bir ihtiyacının olup olmadığını sormak, hatta pişirilen yemekten bir tabak ikram edivermek komşular arasında oluşacak sıkı bağların bir ilk adımını oluşturabilir. Dinimizde bu tür davranışlar sadaka kapsamında değerlendirilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de; قَوْلٌ مَعْرُوفٌ وَمَغْفِرَةٌ خَيْرٌ مِنْ صَدَقَةٍ يَتْبَعُهَآ اَذًىۜ وَاللّٰهُ غَنِيٌّ حَل۪يمٌ “Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eza gönül kırma gelen bir sadakadan daha iyidir. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, halîmdir.” Bakara, 2/163 ayeti, muhatabımıza söylenecek bir çift güzel sözün önemini vurgulamaktadır. Bu bağlamda Peygamber de, اَلْكَلِمَةُ الطَّيِّبَةُ صَدَقَةٌ “Güzel söz sadakadır” Müslim, Zekât, 56, II, 699. ifadesi ne kadar da anlamlıdır. Nice yüklü paraların, malın, tamir edemeyeceği kırık kalpleri, dünyası kararmış insanları, selâm gibi, nasılsınız gibi, bir sevgi ve şefkat sözcüğü hayata döndürebilmektedir. Komşularla Hediyeleşmek Hz. Âişe anlatıyor قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّٰهِ اِنَّ ل۪ى جَارَيْنِ فَاِلٰى اَيِّهِمَااُهْد۪ى؟ قَالَ اِلٰى اَقْرَبِهِمَا مِنْكِ بَابًا “Ya Resûlullah, dedim; iki komşum var, öncelikle hangisine hediye sunayım? Allah’ın Resûlü; kapısı sana daha yakın olana’, buyurdular.” Buhari, Edeb, 32, VII, 79. Komşular arası ilişkilerin sıcak ve canlı tutulması önemli ölçüde samimi duyguların açığa çıkmasını sağlayacak fırsatların oluşturulmasına bağlıdır. Sahabîlerden Ebû Zer rivayetine göre Sevgili Peygamberimiz kendisine, ياَ اَبَا ذَرٍّ! اِذَا طَبَخْتَ مَرَقَةً فَاَكْثِرْ مَاءَهَا وَتَعَاهَدْ جِيرَانَكَ “Ey Ebû Zer! Çorba pişirdiğin zaman suyunu fazla koy ve komşularını da gözet” Müslim, Birr, 143, III, 2025. buyurmuştur. Hadis-i şerif, imkânsızlıklar içinde bile komşularla iyi ilişkilerin devamı için nasıl her fırsatı değerlendirmemiz gerektiği konusunda ilginç bir örnek oluşturmaktadır. Komşuları Ziyaret Komşular arası ilişkileri sıcak tutmanın yollarından biri de karşılıklı ziyaretlerdir. Ziyaretlerin davet üzerine gerçekleşmesi daha da yapıcı olur. Hz. Peygamber اِذَا اجْتَمَعَ الدَّاعِيَانِ فَاَجِبْ اَقْرَبَهُمَا جِوَارًا وَاِنْ اِسْتَبَقَ اَحَدُهُمَا فَاَجِبْ الَّذ۪ى سَبَقَ “Aynı vakit için iki komşundan aynı anda davet alırsan, önce daha yakın olanın davetine git. Aynı vakit için ayrı zamanlarda davet edilirsen, önce davet edenin davetine git.” Ebû Davud, Et'ime, 9, IV, 134. İmam Gazalî, komşuluk arası ilişkilerin çerçevesini İslâmî bakış açısı ile şöyle çizmektedir “Komşuluk hukuku, sadece komşuya eza etmemekle yerine getirilmiş olmaz, ayrıca eza ihtimali olan şeylerden de kaçınmak gerekir… Bu da yetmez; a Komşuya yumuşaklıkla muamele etmek, ona iyi ve güzel davranmak, b Komşuyla karşılaşınca ona selam vermek, c Hastalandığında onu ziyaret etmek, d Bir musibetle karşı karşıya kaldığında taziyede bulunmak, e Sevinçli anında onu tebrik etmek, sevincine ortak olmak, g Hatalarını görmezlikten gelmek, mahremine bakmamak, uzakta bulunduğunda evine göz kulak olmak, çocuklarına lütufkâr davranmak, h Din ve dünya ile ilgili bilmediği konularda ona yol göstermek… Bütün Müslümanlara karşı görevlerimiz dışında komşularımıza karşı olan görevlerimizdendir.” Gazâlî, İhyaü Ulûmiddîn,, II, 271-272, Kahire 1386. Komşunun Şahitliği Allah Katında Makbuldür Komşunun komşu hakkındaki kanaat ve şahitliği Allah katında bir ölçü olma niteliğine sahiptir. Hz. Peygamber مَا مِنْ مُسْلِمٍ يَمُوتُ فَيَشْهَدُ لَهُ ثَلَاثَةٌ اَهْلَ بَيْتٍ مِنْ ج۪يرَانِهِ اْلاَدْ نَيْنِ بِخَيْرٍ اِلَّا قَالَ تَبَارَكَ وَتَعَالٰى قَبِلْتُ شَهَادَةَ عِبَاد۪ى عَلٰى مَا عَلِمُوا اَوْ غَفَرْتُ لَهُ مَا اَعْلَمُ “Bir müslüman ölür de en yakın komşularından üç kişi onun hakkında iyi şahitlikte bulunursa, Allah Teâlâ şöyle buyurur Bildikleri şey konusunda kullarımın şahitliğini kabul ettim’, Yahut Kulumun bildiğim günahlarını affettim” Ahmed, II, 408–409. buyurmuştur. Resûlullah, komşunun şahadetine böyle büyük bir değer atfederek, komşuların iyi şahadetini hak ettirecek davranışlar sergilememizi teşvik etmiş olmaktadır. Bunun yolu da Kur’an ve sünnet çizgisinde sergilenecek iyi komşuluk ilişkilerinden geçmektedir. KUL HAKKI Kul, İnsan köle, abd. Allah'a tam bir teslimiyetle boyun eğen, emir ve yasaklarına titizlikle uyan, isyandan kaçınan insanı belirtir. Bu nedenle öncelikle peygamberlerin niteliğidir. Kur'an'da peygamberlerin niteliklerinden söz edilirken onların kullukları özellikle vurgulanır. İsra suresindeki şu ayette olduğu gibi "O ki, geceleyin kulunu Mescid-i Haram'dan çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüttü." el-İsra, 17/1 Kulluk insanın varoluş nedenidir. Çünkü Allah insanları ve cinleri kendisine kulluk etmeleri için yaratmıştır ez-Zariyat, 51/57. Allah'a kulluğun seçilmesi, onun dışındaki tüm varlıklara karşı yapılan bir özgürlük ilanıdır. Bu nedenle kulluk insanı köleleştiren, güç ve yeteneklerini sınırlayan bir nitelik değil, onu diğer tüm varlıkların üstüne çıkaran, onlardan bağımsız kılan bir niteliktir. Hak kavramı ise kelime olarak uyum, uygunluk, doğruluk, adalet, hikmet, var olma, tahakkuk, vukû, bâtılın zıddı, gerçek, emek, ücret, pay, kısmet, kazanç, hisse gibi anlamlara gelir. Râgıb İsfahânî, el-Müfredât, “hakk”; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, “hakk” Konumuzu ilgilendiren yönüyle Kuran’da, hadislerde ve diğer İslami kaynaklarda hak kelimesi; korunması, gözetilmesi ya da sahibine ödenmesi gerekli olan maddi ve manevi imkân, pay, eşya ve menfaatler; görev, sorumluluk, borç gibi anlamlarda da kullanılmıştır. TDV İslam Ans. Hak Maddesi Kul hakkı, insanın can, mal ve namus gibi dokunulmazlıklarına yönelik tecavüz ve haksızlıkların ortaya çıkardığı haktır. İnsana yönelik tecavüz ve haksızlıklar haram ya da mekruh eylemler içinde yer alır. Bu nedenle günah, dolayısıyla ceza konusudur. Kul hakkından doğan günahların ve cezaların Allah ya da devlet tarafından bağışlanması söz konusu değildir. Kul hakkı, ancak hak sahibi kulun bağışlaması, affetmesiyle ortadan kalkabilir. Affedilmeyecek suç ifadesi, hatıra iki büyük günahı getirmektedir Biri Allah’a şirk koşmak yani Allah’tan başka bir ilâhın varlığını kabul etmek, diğeri de kul hakkı yedikten sonra onu helâl ettirmemektir. Hz. Peygamber gelen rivayet helalleşmedikçe kul hakkının affedilmeyeceğini belirtmektedir “Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya başka bir şeyiyle malıyla ilgili bir zulüm varsa haysiyetine, koruması altındaki bir şeye haksızlık etmiş ise ne dinar ne de dirhemin olduğu bir günden önce, onunla helalleşsin. Değilse o gün salih ameli varsa yaptığı haksızlık kadar ondan alınır, eğer sevapları yoksa hak sahibinin günahlarından alınıp ona yüklenilir.” Buhari, Mezalim 10;2269. Bu hadise göre kul hakkı, kişinin Cennet ya da Cehennem'e gidişinde önemli ölçüde belirleyici bir rol oynamaktadır. Zikrettiğimiz hadis-i şeriften anlaşılacağı gibi, kul hakkı bir Müslüman’ın manevî hayatı üzerinde önemli bir engel olarak bulunmaktadır. Her Müslüman’ın hayat hakkı, şahsiyet ve onurunun korunması hakkı, özel hayatının gizliliği hakkı, dinî ve vicdanî kanaat hakkı, ikamet, seyahat, öğrenme, bilgi edinme, düşünce ve ifade hürriyeti, mülk edinme, çalışma, harcama ve tasarrufta bulunma gibi kendi zatına özgü doğuştan getirdiği hakları İslâm dîni tarafından korunmuştur ve dokunulmaz ilan edilmiştir. Müslüman’a iftira atmak, gıybetini yapmak ve haksız yere kalbini kırmak, onu zarara uğratmak da hiç şüphesiz kul hakkı kapsamına girer. Hz. Peygamber başka bir hadisinde Allah'ın huzuruna kul hakkı ile gelen kimseyi müflis olarak tanımlayarak şöyle buyurur "Müflis şu adama derler ki, dünyada yaptığı bütün ibadet ve taatın sevabı ile Kıyamet gününde Allah'ın huzuruna gelir. Bu adam dünyada birçok hayır, ibadet yapmış olmakla birlikte başkalarına zulmetmiş, kimini dövmüş, kiminin gönlünü kırmış, şuna buna eliyle ve diliyle eziyet etmiş. İşte bu hak sahiplerinin hepsi o adamın çevresine toplanacaklar, haklarını isteyecekler "Bana dünyada iken şöyle yaptı, hakkımı al ya Rab!" diye davacı olacaklar. Allah bunun hayır ve iyiliklerinden hâsıl olan sevapları bunlara taksim edecek, fakat borcu yine kapanmayacak. Nihayet onların günahlarını bunun üzerine yükleyecek, Cehennem'e gönderecek. İşte asıl müflis böyle bir adamdır." Müslim, Birr, 60; Tirmizi, Kıyame, 2. Hz. Peygamber efendimizin başka bir hadisinde şöyle bir olay geçer “Rasulullah ashap arasında kalkıp, onlara Allah yolunda cihad’ın ve Allah’a iman’ın amellerin en faziletlisi olduğunu anlattı. Bir adam kalktı ve “Ya Rasulullah şayet Allah yolunda öldürülürsem benden günahlarım bağışlanır mı, ne buyurursunuz?” dedi. Rasulullah ona Evet eğer sabrederek ve sevabını Allah’tan bekleyerek harbe yönelip arkanı dönmeden kaçmadan öldürülürsen kul borçlarından başka günahların bağışlanır.” “Bunu bana Cebrail söyledi buyurdu”. Darimi, Cihad, 21; Müslim, 1885/117; Riyaz’üs Salihin Tercüme ve Şerhi Kul Hakkı ve İnsan Hakları Arasındaki İlişki Kul hakkı İslami bir terim olup insanın temel haklarını da içeren kaynağı ve çerçevesi itibariyle vahye ve sünnete dayanan maddi ve manevi anlamda her türlü hakkı içeren “hukukunnas” diye de adlandırabileceğimiz bir haktır. “İnsan hakları” terimi ise batılılar tarafından Aydınlanmanın sonucu olarak dindışı referanslarla içselleştirilen, bireyi önceleyen ve de daha çok bireyi devlete karşı koruyan hakları içerir. Kaynağı itibari ile de hiçbir kutsal metne dayanmaz. Müslümanlar “kul hakkı” konusunu dünya çapında yeteri kadar ifade edememişlerdir. Hâlbuki ellerinde “tarih boyunca insan hakları mücadelesini tevhid mücadelesine içkin bir biçimde sürdüren peygamberlerin yaşamları ve ilahi vahiy, Müslümanların, insan haklarına ilişkin tutarlı bir kavramsal model oluşturabilmelerine ve bunu pratize edebilmelerine yetecek kadar bol miktarda örnek ve malzemeyi barındırmaktadır. Sonuç İnsan toplum hâlinde yaşamak zorundadır. Çevresinde mutlaka başkaları da yaşamak durumundadır. Evimizin yanında, civarında yaşayan insanlarla, komşularımızla birtakım ilişkilerimizin olması kaçınılmazdır. Toplum hayatının düzeninin temellerinden biri de komşululuk ilişkilerinin insanî temele dayalı olmasıdır. Bunu sağlamanın yolunu Kur’an ve Sünnet, teorik ve pratik olarak ortaya koymuştur. Bu teori ve pratiğin temelinde, لاَ يُؤْمِنُ أحَدُكُمْ حَتَّى يُحِبَّ لأخِيهِ مَا يُحِبُّ لِنَفْسِهِ “Kendiniz için arzuladığınızı başkaları için de arzulamadıkça kâmil imana ulaşamazsınız” Buhârî, İman 7, I, 9 esası yer alır. Komşularımız, kara gün dostlarımızdır, can yoldaşlarımızdır. Hayat komşularımızla güzeldir. Beşerî ilişkilerimizin ilk adımını komşuluk ilişkilerimiz oluşturur. Komşuluk ilişkilerimiz Allah katındaki konumumuzu belirleyecek kriterlerden biridir. Komşularımızın hoşnutluğu, Allah’ın hoşnutluğunu kazandıran yollardan biridir. Kendisi ile ve çevresi ile barışık olan insan sağlıklı bir ruh dünyası yaşıyor demektir. Çevresi ile komşuları ile sürtüşme ve geçimsizlik hâlinde olan, çevre ilişkilerinde sürekli olarak problem kaynağı olan kimseler dengeli bir hayattan mahrum olurlar. Bir denge ve huzur dini olan İslâm bu tür olumsuzlukların önüne geçmek amacı ile topluma açılan ilk kapılarımız komşularımızla olan ilişkilerimizde titiz ve hassas davranmamızı bizden istemektedir. مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَلاَ يُؤْذِ جَارَهُ وَمَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَلْيُكْرِمْ ضَيْفَهُ وَمَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَلْيَقُلْ خَيْرًا أوْ لِيَصْمُتْ “Allah’a ve ahiret gününe imân eden kimse, komşusuna eziyet etmesin. Allah’a ve ahiret gününe imân eden misafirine ikramda bulunsun. Allah’a ve ahiret gününe imân eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun.” Buhârî, Edeb, 31, 85; Müslim, Îmân, 74, 75. Komşuluk hakları, aynı zamanda “kul hakları” içerisinde yer alan haklardan birisidir. Komşu hakları ihlali, aslında kul hakkı ihlalidir. İslamın komşu haklarına ne kadar önem verdiğini ayet ve hadislerle açıklamaya çalıştık; görüldüğü üzere komşu hakkına bu kadar önem veren bir dinin, kul hakkına da ne kadar önem verdiğini bu noktadan hareketle anlayabiliriz. İslami literatürde affedilmeyecek suç ifadesi, hatıra iki büyük günahı getirmektedir Biri Allah’a şirk koşmak yani Allah’tan başka bir ilâhın varlığını kabul etmek, diğeri de kul hakkı yedikten sonra onu helâl ettirmemektir. Kul hakkı, ancak hak sahibi kulun bağışlaması ve affetmesiyle ortadan kalkabilir.
"Ana Sayfa""Sonuçlar" "kul hakkı" "Sonuçlar" kul hakkı Kul Hakkı ve Ferâgat Ahlâkı Kıssalardan Hisseler Yüzakı Dergisi, Yıl 2021 Ay Ocak, Sayı 191 BENİM DEĞİL SENİN! Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; bir gün ashâbı ile sohbet ederken,... Kul Hakkı Yemek Ateştir Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi Bağlantıyı Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz. KUL HAKKI YEMEK ATEŞTİR Haklar çok mühim kardeşler! Mâlî haklar da mühim,... Kul Hakkı Hassâsiyeti Yıl 2009 Ay Aralık Sayı 58 Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, bir gün ashâbı ile sohbet ederken, onlara, kul hakkı husûsunda gösterilmesi gereken titizlikle... Yıl 2002 Ay Ekim Sayı 02 – Efendim, çok hassas ve hesabı da çetin olduğu hâlde kul hakkına pek dikkat edilmiyor. Bu hususta neler söylemek... Hakkı Tevzî ve Tavsiye Kıssalardan Hisseler Yüzakı Dergisi, Yıl 2020 Ay Eylül, Sayı 187 KEFÎLİN HAK OLURSA! Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- naklediyor Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu kıssayı... Göz Nûru Nesiller Hakkında Mülâkat Yüzakı Dergisi, Mülâkat -2- Yıl 2018 Ay Mart Sayı 157 VATAN EVLÂDI BİR GENÇLİK… Yüzakı –Muhterem Efendim! Neslin eğitimi deyince müsaadenizle size pek çok suallerimiz... Yüzakı» Hakkında Mülâkat Yüzakı Dergisi, Mülâkat -1- Yıl 2018 Ay Şubat Sayı 156 BİR KUR’AN ve İRFAN MEKTEBİ Yüzakı –Muhterem Efendim! Yüzakı Dergimiz, sizin eseriniz. Şu an 156’ncı... Kulluğun Özü DUÂ Gönül Dergâhından Hikmetler Yıl 2017 Ay Aralık Sayı 135 İnsan, kulluk için yaratılmıştır. Kulluktan bahsedilen bir yerde de duâdan bahsetmemek mümkün değildir. Zira duâ, Allah... Kul Mükerrem Olacak Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi Bağlantıyı Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz. KUL, MÜKERREM OLACAK… Muhterem kardeşlerimiz! Cenâb-ı Hak muhtelif âyetlerde, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği... Kul Nasıl “Bir Allah Dostu” Olabilir? 4 Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi Bağlantıyı Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz. KUL NASIL “BİR ALLAH DOSTU” OLABİLİR? 4 Okunan âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak... Adıma İzâfe Edilerek Yapılan Dûalar Hakkında Kıymetli kardeşlerimiz. Yüce Rabbimizʼe her vesîleyle duâ ve ilticâ hâlinde olmamız, kulluğumuzun bir gereğidir. Fakat adıma izâfe edilerek ve şahsıma bağlantı kurularak, kimileri tarafından, bazı... Kul Nasıl “Bir Allah Dostu” Olabilir? 2 Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi Bağlantıyı Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz. KUL NASIL “BİR ALLAH DOSTU” OLABİLİR? 2 Efendimizʼi yakından tanıyabilmek. İşte ashâb-ı... Mü’minin Kulluk Hayatı Bir Soru Bir Cevap Yıl 2014 Ay Temmuz Sayı 94 Efendim; ilâhî rahmet, mağfiret ve bereket mevsimi olan bir Ramazân-ı Şerîf’e daha kavuştuk. Peki, bu... Dünyaya Kulluk İmtihanı için Geldik Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi Bağlantıyı Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz. DÜNYAYA KULLUK İMTİHANI İÇİN GELDİK Muhterem Kardeşlerimiz! Dünyaya geliş sebebimiz, bu imtihan... İnsan, Kulluk için Yaratıldı!.. Yıl 2013 Ay Kasım Sayı 105 Nakledilir ki Cenâb-ı Hak, Dâvud -aleyhisselâm-’a şöyle vahyetti “–Ey Dâvud! Senden çıkan zelle[1], senin için son derece mübârektir.”... Cenab-ı Hak ile Kul Arasındaki Engeller Nelerdir? Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi Bağlantıyı Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz. CENÂB-I HAK İLE KUL ARASINDAKİ ENGELLER NELERDİR? Cenâb-ı Hakʼla kul arasındaki engeller... Yazı dolaşımı
kul hakkı ile ilgili vaaz